BELGİN ABLA
Bugün Belgin Abla öldü. Siz diyeceksiniz ki o kim? Memoli'yi unutmanıza gücenirim. Flütle yılan hikâyesi çalsam da mı kurtaramayız? Köylü güzeli yalnız kaldı, köyüne döndü dostlar. Herkesin böyle tutunduğu birileri vardır. Sonra da yapamayacağını anlayıp başladığı yere döndüğü bir eşiği... Ben böyle kaç eşik atlıyorum. Tıpkı o Tolga Abi ve Hugo oyunundaki çivileri atlayan karınca gibi. Beni hayata bağlayan şeyler göğe yakın şeyler oluyor. Ne ilginç. İnsan bağlanmayı topraktan gelecek sanıyor halbuki. Sanki aklımın içinde bir şeyler otobüste ayakta gidiyor da başımı kaldırdığımda fren yapmış şöfor gibi her şey bir anda sarsılıyor. Bu sarsılma korkutmuyor, uykumdan uyandırıp daha dikkatli ve yaşamayı istediğime uyanış gibi ferahlatıyor. Bu hafta gönlümüzde, göğümüzde neler yılan hikâyesine döndü biraz bahsedelim.
Üç kitaba başladım, üçü de sarmadı, bıraktım. Hayat, kötü kitapları okumak için çok kısa. Keşke bu fikirlere, insan ilişkilerinde de sahip çıksak. Hayat kötü kitapta bir şey öğretmiyor ama insanda öğretmeden bırakmıyor. Dışarıdan olmaman gereken insanı izlediğinde daha iyi olduruyorsun. Filmler izledim bir iyi bir kötü. Hanemiz orada nötr. Hiç müzik keşfetmedim. On dokuz saatlik bir kitabı dinlemeye başladım. Harika gidiyor. Sırf dinleyeceğim diye kıyafetleri, takı dolabını, çorapları düzenledim. Elbisemi terziye verdim, yapamadı. İş başa düşünce düşündüm. Bir çözüm bulunca bir cesaret geldi. Yarım kalan pantolon ve hiç dikilmemiş bir kumaşım vardı. Onları diktim. Artık kusurları bol bir pantolon ve eteğim var. Ama ben yaptım ya savaşta ve kıtlıkta bir şey olursa evi geçindirebilirim hissi oluşuyor. Tıpkı Anadolu kadını gibi değil de Rus köylüsü gibi. Çünkü bilirsiniz ki savaşta Anadolu kadını da savaştadır. Kıtlıkta diye bir şey yok çünkü bir kadın anneyse sanki hep kıtlıkta gibi yemez, çocuklara bırakır. Bu pazar anneler günüydü bu arada. Ben anne değilim. Kutlayan güzel birkaç öğrencim vardı. Bana kalsa ben onların anneleri gibi olamam ama anneleri uyumak istediklerinde yanlarında rahatça gözlerini daldıracakları kişiyim. Öğretmen biraz da annedir. Kalbimiz doğuruyor ama rahim olmadığı için anne kabul edilmiyoruz. Öğretmenin öğretmen bile kabul edilmediği yerlerde anne kabul edilmesi biraz hayal ürünü. Gerçekte, ölüyoruz beş kurşunla. Eylem yaptık bu yüzden, karalar bağladık. Kara tahtaların olduğu zamanlarda öğrencilerin beyaz yakaları vardı, tertemiz. Beyaz tahtalar çağındayız, öğrencilere öğretemediklerimiz yakamızda karanfil oluyor. Bu cenazelerde ölüler mi diriler mi yıkanıyor? Bilmiyoruz. O sırada benim koyunlar da yıkanıyor herhalde, uykularımda hep göl ve deniz görüp tam hatırlayamadığım sabah beşlerinde, sekizlerinde uyanıyorum. Tatillerde erken kalkmak, yaşlılara yakışan " bir daha ne zaman göreceğim güneşin doğuşunu " telaşı değil mi? Ben niye pazar sabahları sekizde uyanıp, pencereyi açıp hayat yaşamaya hazır mı diye bakıyorum? Aslında seviyorum. Yoldan kimsenin geçmediği, elektrik tellerinde kuşların gözlerinin kapalı olduğu, birkaç ağaç hışırtısının meydan okuduğu zamanları. Çöpü karıştıranlar daha rahat, kediler yolun ortasında, trafik ışıkları sek sek oynar gibi atlıyor arasında. Çay suyu saatini bekliyor, terlikler temkinli, tüylerin hafif ürpertili, yaşamak yavaş yavaş başlıyor.
Yorumlar
Yorum Gönder