ÖLENE KADAR GÖRÜŞÜRÜZ :)
Bugün derste bir öğrencim mezarlıkların yer kapladığını, bu yüzden gereksiz olduğunu söyledi. O an düşündüm ki yok olduk diye yok mu olacağız? Hem de birileri daha çok var olacak diye. Öğrencime dönüp sevdiklerin bu dünyadan gittiğinde onlara varmak için bir yer gösterilsin istersin, dedim. Artık karşılık bulamasan da konuşmak için bir adres belirlemek lazımdır. Bu karar verişlerde o cevap verememesine rağmen hep onun belirlediği yerde buluşursunuz. Ben rüyalarda buluşuyorum, dedin. Keşke uyandığımızda her şeyi hatırlayabilsek ve rüyaların sürelerini belirleyebilsek. Ama bir mezarın başında saatlerce otursak kimse "uyan artık" demez. Zaten bir uyanış ve gerçek için gittiğimiz yerlerdir.
En gerçek olan ne şu dünyada? Ölüm mü, doğum mu? En son ölünecek mi doğulacak mı diye düşündüğümde ölüm kazanıyor yine ve sorumu cevaplıyorum. Nereden geldik bu konuya, diyorum. Yunus Emre'nin mezarının bilinmezliği üzerine konuşuyorduk. Tren rayları yapılırken mezarın üstünden geçtiği için rayların yana kaydığından bahsetmiştim. Bir gün mezarımızın bile unutulacağı bir ölüm geçmişimiz olacak. Rayları yerinden oynatacak bir dünya sözümüz var mı? İki yüz TL'nin arkasında olur muyuz? Dünyada bizi sevgiyle eşleştirirler mi? Bunları konuştuk durduk derste. Dedim ki bir kere geldik dünyaya. Bir hak... Ve bunu öfke, nefret, çıkar, hasetle geçirmek ne büyük bir kaybediş. Yalnızca bir kezin gücünü hafife almayın. Bir daha mı geleceğiz dünyaya diyerek Ankara havasına kapılıp her şeyi dağıtabilirsin. Bir daha mı geleceğiz diyerek özenle toplaya toplaya da gidebilirsin. Arada sadece tonlama farkı var. O tonlamaların neleri değiştirdiğini düşünsenize. Gök, sesinin tonunu biraz ayarlayamasa yağmur başlıyor ya da tam ayarındadır bilemeyiz. Öğrencime göre ayarlayamıyor ki kulaklarını kapattı derste. Ben de dedim ki ben bayılırım gök gürültüsüne. Hakimiyetin kimde olduğunu hatırlatır. Yani yine o prenses kızlar gibi değil korkularımız. Biz neyden korkarız? Bir yalanın, bir kandırılışın parçası olmak geliyor aklıma. Normalde daha küçükler diye affedip gülümsediğim öğrencim, bir telefonun yeri hakkında yalan söyledi diye köpüren de bendim. Arkadaşlarımdan biri kandırıldığı ve bu gerçek söylenmediği için artık mesafe koyan da ben. Yine böyle bir olayın tam göbeğinde dünyayı çekerken buldum kendimi. Arkadaşlar, eteğinizde kimselerin görmediği cepler olduğuna inanıyorsanız üzgünüm. Bir de taşlarla doldurup atıyor ve belli etmediğinizi düşünüyorsanız zamanın taşları vakti gelince ellerinizi ihbar ederek konuşuyor. İnsan cebinde çiçek taşımalı yahu. Makineye çamaşır atmıştım, asarken birden bir sümbül düştü. Cebimde yıkanmış. Hiç bir çiçeği cebinizde unutup yıkadınız mı? Mesele bu. Cebinize doldurduğunuz taşlar yer değiştirip kalbinize varıyor, niye bunu hiçbir babaanne söylemedi size? Derin derin nefes alıp uzaklara bakarak tüm meseleyi çözmüş bir felsefi söz atılmadı mı ortaya?
Platon babaannemi görse kesin bayılırdı. Aşık olur muydu bilemem. Zaten platonik aşk kavramı da Platon'un aşk kavramından geliyormuş. O, gerçek aşkın yüce olduğu için ulaşılmazlığı ve bu yüzden tarafların tekliği üzerine bir açıklama yapmış ve platonik aşk kavramı doğmuş. Hani şu yakalanmayalım diye yüzünde bakışlarımızı hırsız gibi hızlı gezdirdiğimiz ve bir daha ne zaman döneceğimizi bilemediğimiz için iyice baktığımız aşk. Her gün onunla olduğumuz ama onun olmadığı aşk. Görmeyince kalbimizi dinlendiren aşk. Yorulmadık şükür. Bir kalbi basmayın diye basın açıklaması: Çok roman okuyoruz, çok şiir dinledik . Ve hâlâ devam ediyorum. Ama bu haftaya uygun sözü bir romandan değil babaannemden alıyorum yine: Bu can gövdeye dikilmedi ya elbet vereceğiz. Görüyorum, iplik pazarında sağlamlık ölçerek ipler alıyor, dikiş öğreniyorsunuz. Yapmayın. Alınan verilir. Gelinen yoldan geri gidilir. Ölüm ancak öldükten sonra sevilir. Ölene kadar görüşürüz. :)
Yorumlar
Yorum Gönder