AĞUSTOS BÖCEĞİNİN PABUCU


     Ağustos böceklerinin gerçek hikâyesini anlatarak başlayalım haftanın tozunu almaya. Aslında on üç yıl toprak altında kalıp ağustos ayında ortalığa çıkan ağustos böcekleri, o ayın sonunda ölüyorlarmış. Yani hiç kışı göremiyorlarmış, karıncanın kapısını gitme durumları yokmuş. Ağustosta da mecburen çalıyorlarmış çünkü üremek için çiftlerini çağırmanın ve neslinin devamını sağlamanın yolu, bu sesleri çıkarmakmış. Bu fabl her okunduğunda ağustos böceğinin yüzüne kapının örtülmesine ve karıncanın ne kadar çalışkan olsa da yemeğini paylaşmamasına bir bozulurdum. Bana kalsa "bir daha böyle yapma kardeş" deyip ekmeğini bölüşmeliydi, der dururdum. Meğer hayvanın bir dahası yokmuş. Meğer çalıp oynuyor dediğimiz, on üç yıllık bir döngü yükünü taşıyormuş. 

    Şimdi diyeceksiniz ki ağustos böceğini niye anlattın? Mevzu görünenin ardını anlatmak. Neyle karşılaşacağınızı bilmediğiniz için yaşadığınızın katlanmak olduğunu anladığınız durumlar olmuştur. Bir daha o şeyi yaşayacaksınız deseler aslında dayanıklısınızdır ama ne yaşadığınızı siz bildiğiniz için yaşamaya gönülsüz, daha dayanıksız olan da siz. Hayat geleceğe doğru değil de geçmişe doğru yaşansaydı yaşayacaklarımızı bile bile yaşamak nasıl olurdu? Öyle bir şey. Bu aralar etrafıma anlata anlata halletmeye çalıştığım bir konu vardı. Beni dinlediler ama etrafımda kulaktan bir orduyla savaşı kaybediyordum. İçime sağırdım çünkü. Sana geldim kendim, sana yazayım ki nedir bu anlatsam da atlatamadığım mevzu, bulayım. Nedir çok görülmek isteyen, hep ben diyen, cümle çalan insanların mideme dokunma sebebi? Küçüklüğümdeki görülmemenin verdiği sahneyi gözetleme hevesim geçti. Herkesin dünyada kendi sahnesi ve sırası olduğuna inanıyorum artık.  Şimdilerde köşemde görülmemenin, sadeliğin, biz diyebilmenin konforunu yaşıyorum. Değersizlerin ya da çok değer görmekten gelen alıştığı yeri bırakmayanların sahnesinde mecburiyetten işim varsa karşılaşıyoruz. Belki de bu tarz insanlarla çok karşılaşmaktan gelen tanıdık bir yorgunluk hafızası...Yoksa ben de seyirci olarak gelsem "onlar da öyle "deyip geçiyorum. Artık başka hayatlar örnek ya da ibret alınmayacaksa ilgilendirmiyor. Bencillik gibi bir mevzu değil, gerçekten bana ne? Faydam olmayacaksa neden burnum orada? Yani mahalledeki kavgada polisi çağıran ya da kavgayı ayıran kişiysem seve seve. Ama perdenin arkasında yan komşuyu da pencereye çağıran kişi olma isteğim yok. Hiçbirimizde olmamalı. Muhtemelen o zamanı; iyi bir insan olma zamanımızdan, ailemizden, gelecekteki bizden çalıyoruz. Kendimizin hırsızı...Kendimiz olunca her yeri de biliyoruz. Hasarı kolay ve fark edilmez. 

    Fark edilmez olan bir nokta da altı sayısı ya da dokuz. Bana ben altı olacağım diyen bir sayıyla karşılaştım, koşulları değişince dokuz olduğunu gördüm. Belki de kendini biriktirerek dokuz oldu. İhtimaller perisi değil Gökhan'cım, artık iyi ihtimaller perisi. Aklımı ve kalbimi korumak için. Aynı fikirde olup aynı eylemlerde tek kaldığım zamanlar için de aynı periyi çağırıyorum. O da beni on ikiden sonra eski hâlime döndüren değil de yepyeni bir hâlime hazırlayan bir peri olarak geliyor. Olabilir canımın içi, hikâyeleri dinlemeden hükümleri vermiyoruz. Çünkü dinleyince yaraları anlıyorsun ve kavgan bitiyor.Tespitler anlamsızlaşıyor. İnsanların sebepleri var, sonuçlarını daha önce görüyorsun diye sebepler ortadan kalkmıyor. Zaten sebepler kulakların, sonuçlar gözün alanı. Yine konuşurken kendini çürüttün çiçeğim. Bir program izledim bugün. Konuşa konuşa kendini yeşertmekten bahsediyordu. Ben az önce kendimi çürüterek kendimi yeşerttim çünkü kendimle konuştum. İnsanların sır gibi içini sakladığı çağda, pazar yeri gibi içimi anlatarak "abla bize de gelişi bu kadar" lı cümleler kuruyorum. Vallahi bu iç öğretilerin bedeli çok ağır ama ödedikten sonra çok hafifliyorum. Tüm ürünlerin adı tecrübe. Domates gibi kızardığım olaylar da patlıcan gibi morardığım da üzüm gibi sarhoş eden de...Hepsi tecrübe. Yalnız pazarın sonunda ayakkabılar satılıyor. Onların hepsi bana göre. Sen eğip bük, al kendine. Sonra ayağın acıdığında hikâyenden ya da benden şikayetçi olma. Çünkü sen benim hikâyemdeki ayakkabıyla kendi hikâyene geçiş yaptın. Kül kedisinin pabucu değil kaderindeki hikâyenin kül kedisine ait olmasıydı, başkalarının ayaklarını sıkan.

Yorumlar

Popüler Yayınlar