GIRMANO
Dokuz günün ardından dokuz doğurduğum günleri anlatmaya geldim. Günü başladığım yerle bitirdiğim yerin hep değiştiği, insanların çoğaldığı, hesapların çarşıya uymadığı günler, olaylar... Bir olay, size doğru yaklaştığında daha yaşamadan seslerini duyduğunuzu fark ettiniz mi hiç? Ayak seslerinden anlayıp 'geliyorlar' dediğiniz mesela? Son dönemlerde etrafımda şöyle cümleler duyuyordum: "Sami İsen yaylaya çıkmış, Gırmano'ya mı gitmiş?" "Yaren'in ayağındaki çatlağını ortopedi anlamamış da Gırmano'ya götürmüşler, bulmuş." " Kaan'ı da götürmüştük." "Hocam, ağrım geçmeseydi babam Gırmano'ya götürecekti." Art arda günlerde duyduğum bu isme hayretle 'kim bu' diyerek merak salıyordum.
Merak, bataklık gibi seni çeken bir şey ya da yaşayacağın şey seni hazırlıyor. Neyse ne oldu, olanlar olacaklarla buluştu derken banyoda diz kapağımın üstüne çattt düştüm. Elim diğer elimi tuttu, kalktık, içeriye geçtim, oturdum. Az önce düştüm dedim ve yemek yedim gibi olan bu cümleyi kimse tuhaf karşılamadı. Çünkü ben çok düşer, çok kalkarım. Hayatın bana ayırdığını zannettiğim her pay, başkalarının dudağının kenarındaydı. Yeniden sofralar da çok kurdum. Yeme sıramı da bekledim. Acıklı bir yerden değil güçlenmiş bir yerden yazıyorum. Düşmemi büyütmemiştim kısaca. Arkadaşımla acile gidip de röntgen çektirene kadar. Eczacı Metin abiyle konuşmalar da var tabii. Çatlak olabilirmiş, merdiven çıkmamalıymışım, denizin kumunda geçirmeliymişim yazı. Koluma girseymiş ya arkadaşım. Birden ayağımı bükememem birkaç güne geçer derken acaba ameliyatlık mıyım diye düşünürken "Yok, ortopediye anlamaz Gırmano'ya git." diye bir ses yükseldi. Ben 19 Mayıs ülke kurtuluşu gününde, kendimi kurtarmaya doğru giderken buldum kendimi. Atam denizden yurda, ben Korgan'dan yaylaya doğru gittik. Ayak ağrısını hisseden kim? Allah'ın dünyası ne güzel, bulutlar ne yakın, yeşil ne yeşil, orman gülleri ne sarı derken tabelası bile olan alternatif tıbba ulaştık. Ezilme var, çatlak yok dedi. Zeytini ez, sar dedi. Biz de yağını da dökelim mi diye sorduk. Çünkü bu millet son dokunuş olarak her şeyin üstüne yağ gezdirmeyi sever. Örnek vereyim, kızların son dokunuşu olan mezuniyet gününde biz hangi şiiri seçtik? " Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin. Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil. Ölmekten korktuğun hâlde ölüme inanmadığın için." Yani zeytin dikin, bir yerimiz ezilir sararız, ellerimiz çatlar süreriz.
Halbuki ben bu gençlik bayramında, diş telleri çıkmış bir şekilde, geç kalınmış bir değerle geçmişteki on yedime hiçbir şey için geç değil diyecektim. Doktor da geç değil hatta erken olduğuna karar verip almadı. Mecbur bekleyeceğiz yoksa boşuna olmasın, mecbur diş taşlarını temizleteceğiz yoksa kalp krizi, aaaa arabanın silecekleri eskimiş mecbur değiştireceğiz yoksa cam çizilir, mecbur ayağına baktıracağız, bu gençlik kalmazmış. Derken mecbur diye bir laf çatlağı, zetinyağlı el kremi de sürmemiş üstelik, hem boğazımı sıktı hem çizdi hem kursaktakileri iyice harmanladı. İnsanın dört yüz tane duygusu varmış, yedisi yüzüne yansırmış. Yedisini de yaşadım yüz sinemasında.
İlham oluyoruz. Kızlara dedim ki insan başardıklarıyla değil başaramadıklarıyla da başkalarına ilham olabilir. Yaptırmaz o denenmiş yanlışı. Ben kendi başarıma, başaramayarak ilham oluyorum. Denedim bunu, hadi başkasına geçelim, anlaştık deyip sallaya sallaya el sıkışıyorum. El sıkışırken sallamanın mantığı da Orta Çağ'da askerlerin kollarında sakladıkları bıçak varsa düşmesiymiş. Senin için hiçbir bıçağım yok kendim. Aldığımız bıçak yaralarına terzilik öğrendim, bir yerlerim ezildiyse zeytin ağaçları var. Kırılırsa veya çıkarsa da bir yerlerimiz, yaylaya gideriz. Doy yaşamaya, çabala, en azından çabasızlığın kırgınlığı olmasın. Bu kırgınlığa Gırmona da yok, röntgende de çıkmaz. Zeytin de olmaz. Tıpkı zeytinli poğaçalar gibi. Bir siyah boşluk renginde biter poğaçalı ömrün. Kabarık ve faydasız.
Yorumlar
Yorum Gönder